“Beni Türkan Şoray mahvetti”

Derince’den Berlin’e aşk yüklü bir uzun yolculuk

Orta ikideydik, sömestir tatilinde altı zayıf getirmiştim; umurumda değildi ama. Türkçe, müzik, coğrafya ve beden eğitimi dışında hiçbir derse ilgim yoktu. Hele din dersine hiç katlanamıyordum. Nedenini anlayamadığım bir direnç geliştirmiş, asla dinle ilgili bir şey öğrenmek istemiyordum. Geçersem kopya ile geçecek, geçemezsem de sonuna kadar öğrenmemeye ve gerekirse sınıfta kalmaya kararlıydım. Öylesine iflah olmaz bir soğukluk.

Türkçe öğretmenime ise tapıyordum. Adı Faik Yalçın’dı. Kara gözlüklerini şaşılığını gizlemek için taktığını ve asla gülmediğini hepimiz bilirdik. Koyduğu kurallara uymayana tokadı patlatırdı. Bir kez bana da nasip olmuştu o tokadın tadına bakmak. Tokadın ardından beynimde işlevsiz olan bütün lambalar yanıvermiş; bende aydınlanma çağını başlatmıştı o tokat. Öğrenciler titrerdi onu gördüğünde, çok insafsız bir görüntüsü vardı. Onun bir katil olabileceğini bile düşünenler vardı aramızda. Çok güzel Yahya Kemal ve Tevfik Fikret şiirleri okurdu.

Sömestir için bir kompozisyon ödevi vermişti, Faik Hoca. Tatil öncesinde “tasvir/betimleme” konusunu işlemiş ve çevremizi gözlemleyerek, betimleme ağırlıklı bir öykü yazmamızı istemişti. Çok önemsemiştim bu ödevi. En güzel kompozisyonu ben yazacaktım ve kararım kesindi.

Ne yazsam nereden başlasam, neyi tasvir etsem diye düşünürken mahallemizdeki ilginç tipleri birer birer zihnimden geçiriyordum: Berber İlyas mı, arabacı Tatar Yusuf mu, Mahalle bakkalı Zampi Recep mi, Taksici Necdet Abi mi, Aktar Nilüfer Teyze mi?

O günlerde mahallenin en harabe evine bir Çingene ailesi taşınmıştı ve ilk bakışta Amerikalı zenci ailesini andıran bol çocuklu bu ailenin akranım olan, İsmet adında bir oğulları vardı. İsmet, Kunte Kinte’nin ikizi gibiydi. Çok cana yakındı; hemen arkadaş olmuştuk onunla . İyi de futbol oynardı.

İsmet’in babası demirciydi, arada benim de başına geçip hava bastığım kara bir körük ile ateşi harlar, o ateşte küçük demir parçalarını eritir, hiç konuşmadan kızgın kor halindeki demirlere biçim verirdi. Suyu bile işaretle ister, hep terli, hep kömür karalı ve hep endişeli olurdu. İsmet, bazen balyozu alır kızgın demir parçasını inceltene dek babasıyla birlikte döver döverdi. O parçalar, kapı kolundan maşaya, merdiven korkuluğundan at nalına biçimden biçime girerdi. Kömür kokusuna Demirci Baba’nın içtiği Bafra sigarasının, suda soğutulurken “Cosss” diye ses çıkartan yanık demirin kokusu da karışırdı.

Kararımı vermiştim. “Demirci Baba” ve ailesini anlatacaktım kompozisyonumda. Daha o gece başladım notlar almaya. Hatta havaya girmek için  bir paket de Bafra atmıştım zulaya. Verdiğim molalarda çatıdaki sığınağıma çıkıp tüttürüyordum. Demirci Baba’nın bıyıkları nikotin rengini almıştı.

İsmet, Kunta Kinte’ye benzetilmekten hiç hoşlanmıyordu. Ama bir kez ağzımdan çıkmıştı bu lakap; oynadığımız bir futbol maçında. Önce tüm takım bir kahkaha patlatmış, sonra da adı Kunta Kinte kalmıştı garibin; o da direnmekten vazgeçmişti sonunda.

Benim böyle lanet olası bir özelliğim vardı işte, kulp ve ad takmak gibi. Bunu mahallede Tonguç Abimiz çok iyi yapar ve herkesi kırar geçirirdi taktığı adlarla. Fakir sümüğü gibi yapışırdı taktığı ad. Mahallede herkesin adını o takardı; kedilerin, köpeklerin bile. Mahallemize yeni taşınan İsmet’e Kunta Kinte adını ilk kez ben koymuştum ve çaktırmadan gurur da duyuyordum bundan. Hayran olduğum ve çok güzel bir kara kedisi olan Tonguç Abi, birçok kalıcı isimler takmıştı herkese: Susak Şaban, Kalınbok Metin, Pırtık Ali, Ustura Raşit, Roket Fevzi, General Memet, Yamuk Tuncay, Kılıbık Remzi, Tatar Rafet… en akılda kalanlarıydı. Kedisinin adı ise Zapata’ydı.

İsmet’in iki ablası vardı ve ikisi de Türkan Şoray’a benzerdi. Ama küçük abla, tıpa tıp Türkan Şoray’dı. Sırf bu benzerlikten ötürü Türkan Şoray’ın da kökeninin çingene olduğu tartışılırdı mahallede. Hatta çingene aileye aralarında bir akrabalık olup olmadığı sorusu bile sık sık yöneltilirdi. O zamanlar Saray Sineması’na gelen Türkan Şoray filmleri hiç kaçırılmazdı. Sinemaya giderken kadınlar mendillerini de hazır ederlerdi. Biz erkekler gizli gizli ağlardık, renk vermeden, erkekliğe bok sürdürmeden. Kadınlarsa tadını çıkara çıkara ağlarlardı.

Kunte Kinte İsmet’in küçük ablasının adı Aysun’du ve hep uçuk pembe gömlekler giyer, bukleli gür siyah saçlarını yine pembe çiçekli bir tülbentle bağlar, bir koluna örgü bir sepet takar, diğer eline de demir bir maşa alırdı. Yürürken elindeki maşayla tuhaf sesler çıkartmakta iyice ustalaşmıştı ve bazı müzik parçalarına maşayla eşlik bile ederdi. Neden maşa taşıdığını soranlara “Edepsizlerin kafasını kırmak için!” cevabını yapıştırır, sonra da bir kahkaha patlatırdı.

Onun o kocaman kara gözlerine, bal damlayan kiraz dudaklarına, bukleli, parlak kara saçlarına ve hayat dolu güleç yüzüne bakmaya doyamıyordum. O da “Ne bakıyon len hınzır bacaksız” deyip kıkırdıyordu. Dünyada onun gülüşünü görmekten daha güzel ne olabilirdi?

Sanırım âşık olmuştum mahallemizin Türkan Şoray’ı Aysun’a ve ilk fırsatta onunla evlenmeyi kafaya takmıştım. Hele bir kokusu vardı; başımı döndürüyordu. Yaşım daha on beş bile değildi. Tüm zamanımı Kunte Kinte İsmet’lerde geçiriyordum ve acayip keyifliydim. Evin damat adayı gibi hissediyordum kendimi.

Bir gün körük başında kömür harlarken, Annem hışımla içeri girdi ve beni kulağımdan tuttuğu gibi sinirle söylenerek dışarı çıkardı ve tokatlamaya başladı. “Bir daha buradan içeri adımını atarsan, evlatlıktan reddederim seni!” diye başlattığı askeri harekatın nedeni belliydi: “Bula bula bu çulsuzları mı buldun, arkadaş edinecek! Senin aklını başından alır bunlar, kafanı karıştırırlar, kandırırlar!”

Anlaşılan mahalleli “Oğlun elden gidiyor.” diyerek fena doldurmuştu annemi. Bu olayın ardından mahalle kadınlarının toplaşıp, çingene kızların kocalarını baştan çıkardığını, mahallenin namusunu beş paralık ettiklerini öne sürerek büyük yaygara koparttıkları birkaç kıskançlık kavgası daha çıkmış, olan tüm hırsızlık olayları da onların üstüne atılarak, kısa zamanda mahalle, çingene aileye dar edilmişti.

İsmet, oyunlarımıza katılmıyor, Aysun ve ablası artık görünmüyordu ortalıkta. Demirci ateşi yanmaz, körük çalışmaz olmuş, aile bir anda kayıplara karışmıştı. Bir süre sonra da çingene ailenin evinde bir bakkal dükkanı açılmıştı. Ben, bir yanlışlık olduğunu, hatanın anlaşılıp, adaletin mutlaka geri geleceğini beklerken, her şey hemen unutulmuş; hayatın inanılmaz bir hızla normale dönmesi ise dehşete düşürmüştü beni…

DEMİRCİ BABA’NIN SUSKUNLUĞU

Kompozisyonumu bitirmiştim. Biraz hüzünlü bir yazı olmuştu. Çingene ailenin demirci babasını ayrıntılı betimlerken, Aysun’un güzelliğinden dem vuruyor ve arkadaşım İsmet’e Kunta Kinte adını takmış olmanın ve mahallemizden kovulmalarının vicdan sızısını yansıtıyordum yazıma. Tabii gizli gizli Aysun’a olan karşılıksız aşkımı da.

Faik Hoca kompozisyonlarımızı toplamış ve gelecek derse notlarımızı bildireceğini söylemişti.

Aysun’u bir türlü aklımdan çıkaramıyordum. Rüyalarıma giriyor, rüyalarım karabasana dönüşüyor, elindeki maşasını kafama indiriyor ve “Hep senin yüzünden!” diye söyleniyordu bana. Demirci Baba ise suskunluğunu bozup, “Onca körüğü boşuna mı çektirdik sana?” diye soruyordu. İsmet’in son günlerdeki soğuk ve korku dolu bakışları geliyordu aklıma ve içim sızlıyordu. Nereye gitmişlerdi, ne yapıyorlardı şimdi? Bir daha görüşebilecek miydik?

Birkaç gün sonraki ilk Türkçe dersimizde, Faik Hoca korkutucu bir ciddiyetle “Betimleme konusunu içinizden yalnızca biri gerçekten anlamış, hakkıyla uygulamış ve benden 10 almış!” diyerek, adımı anmadan kompozisyonum üzerine uzun uzun değerlendirmeler yapmaya başladı: “Şimdi” Demirci Baba’nın Suskunluğu’’ adlı öyküyü kaleme alan arkadaşınızdan dinliyoruz.’’ diyerek kağıtlarımı okumam için bana uzattı. Heyecandan bayılmak üzereydim. O an karşımda Aysun varmış gibi okumaya başladım. Bir kez bile kekelemedim. Aysun ile birlikte tüm sınıf koca bir sessizlik olmuş, herkes kulak kesilmişti.

Aysun’a ilanı aşk edercesine çınlayan sesimi tanıyamıyordum artık: sesim benden kopmuş, boşlukta renkten renge giriyor, tondan tona dönüşüyor, kendi başına dans ediyordu sanki. O büyülü sessizlik içinde ilk kez sözün ve sesin etkisine tanıklık etmiştim ve gerçek bir mucizeydi bu.

Evde defalarca sesli okuduğum, bir tiyatro sanatçısı, bir şair gibi tonlamayı denediğim öykü bitinceye dek kimseden çıt çıkmamıştı. Aldığım derin bir nefesin ardından okuduğum son cümlem şuydu: “Tüm aile bir anda sırra kadem basmış, arkalarında yalnızca benim yüreğime çöken ağır bir hüzün ve içimde harlaması hâlâ süren kızgın bir kor bırakmıştı.”

Sınıfa kurşun gibi çöken bu sözlerin ardından uzun bir sessizlik olmuş, kimse ilk konuşan olmayı göze alamamıştı. Kopan alkışın ardından Faik Hoca’yı ilk kez o gün gülümserken görmüştüm. “Aferin evlat!” dedi, başımı okşayarak, “Okuman güzel; yazmayı ise… sakın çıkarma hayatından! Yoksa…” Ben gösterdiği beş kardeşin iriliğine bakarken sınıfta bir kahkaha  patlamıştı.

TÜRKAN ŞORAY’IN KEŞFİ

Saray Sineması, yalnızca Derince’nin değil dünyanın merkeziydi benim için. Yeni gelen her filmi ne yapıp eder mutlaka seyrederdik. Serin ve loş salonunda hep Erkin Koray ve Berkant çalardı. Tarkan, Kara Murat ve Malkoçoğlu ile geçen çocukluğumuzun ardından farkına bile varmadan “Çekirdekle karışık Sadri Alışık”la Yılmaz Güney’in “Seyit Han”ı ile başlayan ilk gençliğimiz, Türkan Şoray’ın “Buruk Acı”sına “Vesikalı Yarim”ine doğru evrilmeye başlıyordu.

Sinemanın bordo perdeleri açılıp film başladığında, o büyülü dünyanın içine giriyor, kâh Ediz Hun’la Boğaz’da motosiklet turuna çıkıyor, kâh Turist Ömer’le boğa güreşlerine yollanıyor, kâh Ekrem Bora ve Önder Somer ile zenginlerin acımasız öykülerinin yaşandığı konaklara giriyor, Kartal Tibet ve Cüneyt Arkın’la mert, namuslu ama yoksul delikanlılara, zengin ve huysuz kızların çektirdiklerini, bazen de kahramanlarımızın temiz kalpli kanun kaçağı ve mafya elebaşısı olduğu filmleri izliyorduk. Nebahat Çehre, Muhterem Nur, Belgin Doruk, Sevda Ferdağ, Seyyal Taner, Feri Cansel, Figen Han aklımızı başımızdan alıyordu; buna karşılık Fatma Girik, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın ve Türkan Şoray ise çok saygıdeğerdi. Hep iyiliğin, doğruluğun, güzelliğin ve arınmışlığın simgesi melekler gibiydiler. Necdet Tosun, Hulusi Kentmen, Sami Hazinses, Cevat Kurtuluş, Nubar Terziyan çok sevdiğimiz yüzlerdi; ne yapıp edip adaletin yerini bulması, aşıkların kavuşması için didinirler, gerekirse canlarını verirlerdi.

Türkay Şoray, artık unutmaya başladığım ama hâlâ içimi sızlatan Aysun’un kokusunu getiriyordu bana. Aysun üzerine kafamda dolanan tüm soruların karşılığı gibiydi filmleri. Bazen yoksul bir ailenin hüzünlü kızı, bazen güle oynaya yaşayan bir balıkçı güzeli, bazen hüzünlü ve mutsuz bir ev kadını, bazen avukat, bazen hanım ağa, bazen acımasız ve kalpsiz, ünlü bir iş kadını…

Daha ergenliğimin ilkbaharındayken, hayatımda bambaşka bir yere yerleştirmiştim Türkan Şoray’ı. Hiçbir filmini kaçırmadığım gibi, gazetelerde çıkan haberlerini, fotoğraflarını kesip saklamaya başlamıştım. Fotoğraflarına bakmaya doyamıyordum. Kocaman kara gözlerinin buğulu bakışları, çıkık elma yanakları, bal damlayan kiraz dudakları uğruna ölünecek görüntülerdi ve Aysun’a olan özlemimi dindirmesi bir yana, insanın içine işleyen o duygulu sesi, beynimde birkaç kez daha yankılanıyordu. Kim kıyabilirdi ona? Kim çıkabilirdi onun sözünden? Türkan Şoray, bir tanemizdi ve başkaydı. Diğerleri onun saçının teli bile olamazlardı. O gönlümüzün Sultanı idi. Cem Karaca’nın “Sultanım ol, gel!” şarkısı bile mutlaka ve yalnızca ona yazılmış olmalıydı.

İzlediğim hiçbir filminin etkisinden kurtulamıyor, günlerce zihnimde canlandırıyordum bakışlarını. Yalnız kaldığımda atmaya kıyamayıp biriktirdiğim fotoğraflarına göz atıyordum. Dünyanın en güzel kadını o olmalıydı. Bu güzelliğin daha ötesi olamazdı. Marilyn Monroe bile onun yanında yapma bebek gibi kalırdı. Zengin olursam Saray Sineması’nın adını mutlaka Şoray Sineması yapacaktım.

Aradan yıllar geçti. Lisede Figen’e, üniversitede Belgin’e tutuldum. İkisi de birbirinden Türkan’dı. Sonra Berlin’de buldum kendimi, yanımdan ayırmadığım bir çanta dolusu Türkan Şoray fotoğrafı ile… Başımda kavak yelleri, tepeden tırnağa isyan ve tepeden tırnağa özgürlük. Yıl 1985, aylardan mart. Yirmili yaşlarımın baharında, dünyanın merkezindeyim.

SOĞUK SAVAŞ’IN YAKICI AŞKI

Berlin’in son yüzyılda en soğuk kışıymış. Hiç unutmam, içinde bütün gece eşsiz bir aşk yaşadığım unutulmaz bir rüyanın ardından (fena halde Türkan Şoray benzeri bir kadınla) uyku sersemi ve yarı sarhoş gittiğim Berlin Teknik Üniversitesi’nde birkaç saat önce rüyamda gördüğüm kadınla karşılaşıverdim.

Hiç tartışmasız, ilk görüşte aşktı bu. Dışarda hava eksi otuz beş dereceydi ve donmadık göl, donmadık akarsu kalmamıştı şehirde. Sokaklar buz tutmuştu. İpek karlar üzerine düşen kan damlaları gibiydi yaşadığımız aşk. Berlin’in karlarını eritecek, ikiye bölünmüş şehre musallat olan soğuk savaş havasını dindirecek denli ateşli, bir o kadar da yaralayıcı, sancılı ve engel tanımazdı. O, bir yıllık nişanlısından ben iki yıllık sevgilimden kopmuştum. Gözümüz hiçbir şeyi görmüyordu.

Çok geçmeden evlendik, bir kızımız oldu, minicik bir Türkan Şoray yavrusu gibiydi. Daha dün bize, “Evlenirseniz, canıma kıyarım!’’ diyen kızımın anneannesi sevinçle “Bir Türkan Şoray dudaklımız daha oldu!’’ demişti, doğumhanede.

İkimiz de aşırı deliydik ve ele avuca sığmıyorduk, yaşamdan beklentilerimiz çok farklıydı.

Hangi hızla bir araya geldiysek, yine aynı hızla ayrılıverdik. İçinde kitaplarımın ve Türkan Şoray resimlerimin olduğu tarihi bavul ve özel eşyalarımın olduğu bir sırt çantası ile evi terk ettim.

Sanırım 90’lı yıllara yaklaşıyorduk. Daha duvarlar yıkılmamıştı. Ünlü sinema araştırmacısı ve arşivcisi Agah Özgüç Abimiz, yıllar sonra bulduğu çocukluk aşkının peşine takılıp Berlin’e gelmişti. İlerleyen yaşına bakmadan çocukluk aşkını tazeliyor, bir yandan da kentin Türk videocularından eski Yılmaz Güney ve Türkan Şoray filmleri topluyordu. Türkan Şoray’la çok iyi arkadaş olduklarını anlatınca epeyce kıskanmıştım onu; ama bir yandan da Türkan Şoray’la tanışmamı sağlama olasılığını da göz ardı etmiyor, tuhaf bir heyecana kapılıyordum. Uzun sohbetlerin belini kırdığımız Agah Abi sayesinde ben  de çocukluk ve ilkgençlik aşklarımı düşündüm yine. Ne kadar da Türkan Şoray benzeriydi her biri… İçime bir kurt düştü. Bir tuhaflık vardı bu işte…

Çok geçmeden bir Alman sevgilim oldu, Berlin’in Doğu yakasında. Lanet olsun! Yine ilk görüşte vurulmuştum. Binlerce fotoğrafını çektim. Onun kokusunun olmadığı hava boş ve anlamsızdı bana. Uzatmayalım! Bir arkadaşım, fotoğraflara bakıp “Yahu bu kız Türkan Şoray’ın sarışın mavi gözlüsü! Resmen Frau Schorei be!” dedi. Evlendik, iki kızımız oldu. On yıl sonra ne olduğunu anlamaya bile fırsat olmadan ilişkimiz sonlandı ve ayrılıverdik. O ayrılıktan sonra hiçbir Türkan Şoray fotoğrafına içimde bir şeyler kırılmadan bakamadım.

Yine tarihi bavulumu ve sırt çantamı alıp, içim kan ağlayarak evi terk ettim. Hep Türkan Şoray yüzündendi! Aklımı ona tapulamıştım. Bu konuyu mutlaka çözümlemeliydim.

Yolda terk edilmiş minicik iki kedi yavrusuna rastladım, onları da cebime koyup yeni evime götürdüm. Adlarını Türkan Şoray’a inat, Romeo ve Julia koydum.

Aradan birkaç ay geçmiş olmalı. Kedilerim ve ben mutlu ailemizin tadını çıkardığımız günlerde, öğrencilerimden birinin düğününe gitmiştim. Orada, tam düğün bitmiş evlere dağılacakken olağanüstü bir güzellik olan Selda’yla karşılaştım. Sohbetimizi sürdürmek için bir göl kıyısına gittik; gün doğana, kuğular uyanana dek konuştuk. Bir mafya liderinin eşiydi ve inanılmaz derecede mutsuzdu. Ayrılmak istiyor, ama eşinin gazabından korkuyordu. Eşi  “Ayıboğan” dedikleri türdendi, bir vuruşta adam öldürecek cinsten. Her türlü sabıkası vardı adamın. Ben de tanışmıştım onunla, oyunlarımı hiç kaçırmaz, her oyuna gelişinde mutlaka bir armağan getirir, kutlamadan, birkaç tatlı söz söylemeden ayrılmazdı. Oyunlarımı ve beni çok severdi nedense.

Özel kuvvetlerden bir manga polisi tekme tokat dövdüğüne tanık olanlar vardı. Ben sadece çıkış yolunu kapatan bir arabayı kaldırıp yan tarafa atarak yolu açmasına ve kızgınlık anında duvara attığı bir yumrukla duvarı göçertmesine tanık olmuştum ve o da bana yetmişti.

Selda’ya, “Eğer o heriften kurtulmak istiyorsan, seninle olmaktan, senin elini tutmaktan ve ne pahasına olursa olsun seni savunmaktan geri durmayacak, cesur ve güçlü bir sevgili bulmalısın!” diye akıl vermeye çalıştım. Ellerimi tutup, “O sevgili sensin!” dediğinde küçük dilimi yutacak gibi oldum. Neredeyse donuma yapacaktım. Şansın böylesi olmaz olsundu! O kadar sorunum arasında bir de bununla mı uğraşacaktım?

O sıralar Türkan Şoray’ın Tatlı Hayat  dizisi gösteriliyordu Türk televizyonlarında. Selda ise Balıkçı Güzeli Azize’nin Kreuzberg versiyonu gibiydi. Gerçekten de bir balıkçı dükkânında kasiyerlik yapıyordu.

Sonra, övünmek gibi olmasın, Selda ile hayatımın en fırtınalı dönemine balıklama dalıverdim. Mafyanın kulağına gitse işim bitikti. Herif, karısını bırakmamakta diretiyordu. Selda da benim peşimi bırakmıyordu. Olağanüstü güzellikte bir kadındı, onu gören erkeklerin ağızları açık kalıyor, ağızlarından salyalar akmaya, saçmalamaya başlıyorlardı. Türkan Şoray’ın ikiz kardeşi gibi olduğu söyleniyordu. Filmciler, reklamcılar peşinde fır dönüyordu. Bense nihayet “Hayatımın Kadını”nı bulduğuma inanıyor, cesaretimi toplamaya çalışıyordum. Karate ve Aikido dersleri bile almaya başlamış, ne olur ne olmaz diye bir de on dörtlü edinmiştim kendime. Soranlara, “Berlin’i nazilere dar edeceğim!” diyordum. Boş zamanlarımda mafya tarihi, hayatta kalma ve rakibini iki hamlede bertaraf etme gibi konular üzerine yoğunlaşıyordum.

Gelgelelim -yüzde yüz stres kaynaklı- şanssız bir trafik kazası sonrası iki ay yatağa bağlı kalacak ve “Hayatımın Kadını” bir an olsun yanımdan ayrılmayacak, tedavi sürecim tam bir balayına dönüşecekti.

BAVULLAR, DAVULLAR VE UÇAN BALONLAR

Her güzelin bir kusuru olurdu mutlaka; “Hayatımın Kadını’’, dayanılmaz derecede kıskanç bir kadındı. Kiminle konuşsam, kiminle telefonlaşsam, kiminle selamlaşsam sorun oluyor, onun saçma sorularının, benim abes açıklamalarımın sonu gelmiyordu. Hiçbir cevap yeterli olmuyordu ona. Sürekli kafasına göre senaryolar uyduruyordu. Çalıştığım reklam ajansından, yazı yazdığım gazeteye dek her şeyi ama her şeyi kıskanıyor, bir gün “O ajanstan hemen ayrılacaksın!” derken, öbür gün “O gazeteye, kızları ayartmak için yazıyorsun!”a dek vardırıyordu işi. Oturduğum cafeleri, kafa çektiğim meyhaneleri bile basmaya başlamış, sağa sola tehdit telefonlarını çoğaltmıştı. Bu arada birkaç reklam müşterimin gözünü korkutmuş, bir genç gazeteci kızımızı sokak ortasında dövmeye kalkmıştı.

Artık katlanılacak gibi değildi. Yerli yersiz kıskançlık kavgalarımız iyice artmış, sık sık ayrılma kararı vermeye başlamıştık, ama en uzun ayrılığımız üç gün sürüyor, dördüncü gün yine bir araya geliyor ve deliler gibi birlikte oluyorduk. Ayrılmayı beceremiyorduk açıkçası ve işin tadı kaçtıkça kaçıyordu.

Her ayrıldığımızda, iyice derinleşmiş bir acıyla içime kapanıyor ve günlerimi tüm gazeteleri son satırlarına, spor sayfalarına, seri ilanlarına varıncaya dek okumakla geçiriyordum. Tabii ki Türkan Şoray fotoğraflarını biriktirmeyi de hiç sektirmeden sürdürüyordum hâlâ. O sırada İkinci Bahar’ı çekiyorlardı Samatya’da ve Rutkay Aziz’le aşk yaşadığı dedikoduları yayılmıştı magazin sayfalarında. Geri dönüşüme atacağımız gazetelerden itina ile Türkan Şoray fotoğraflarını makaslayıp öyle götürüyordum; gönlüm razı olmuyordu, onun görüntülerinin çöpe gitmesine; ama özellikle yalnız olanlarını topluyordum. Onun yanına kimseyi yakıştıramıyordum; çok sevdiğim Rutkay Abi’yi bile.

Bu arada bana sürekli gitgeller yaşatmaktan usanmayan ’’Hayatımın Kadını’’,  bir keresinde konuğumuz olan Küçük İskender’den “Sen ne güzel bir kadınsın yahu, ne kadar değişik bir güzelliğe sahipsin! Tüm dünyayı âşık edersin kendine! Türkan Şoray, güzelliğinin yanında yaya kalır!’’ sözlerini, daha sonra da bir ara Berlin’de bir araya geldiğimiz Sırrı Süreyya’dan “Gelecek filmimde sana kesinlikle bir rol var! Kendini hazırla.” sözlerini de duymuştu.

Yalnızca şairlerin ilgisini cezbetmekle kalmıyor, insanın sinema sevdasını da körükleyerek, yönetmenlik duygularını  da kabartıyordu anlaşılan.  Kısacası olan olmuş, çok geçmeden bende de “delice kıskanma’’ saplantısı baş göstermişti; kopamadığım gibi, kafamı ondan başka hiçbir şeye veremiyordum. Tam anlamıyla işim bitikti. Teslim olmuş, emekliliğimi ya da -en iyisi aşktan telef olup- bir an önce ölmeyi bekliyordum sanki. Kemiklerimi sızlatıyordu bu ilişki. Olmadı, olamadı. Birlikte yola çıkmak ve yolda olmak, bir yere varmak yokmuş demek ki hayat senaryomuzda.

Kırkıncı yaş günümü kutlarken annemden gelen telefonla 39’uncu yaşgünümü kutladığımı öğrenmiş ve havadan bir yıl daha kazanmıştım. Birkaç kişilik bir ömür yaşamıştım ve o an ölsem gam yemezdim gerçi. Cadde üstünde bir kayanın üzerine oturup düşündüm. Kırkıncı yaşıma bir yıl kala hayatıma nasıl bir yön vermeliydim? Fena bir hayat yaşamamıştım, ancak büyük başarılarla dolu bir yükseliş öyküm de olmamıştı.

Hayatın tadını çıkaran iflah olmaz bir “Tutunamayan”dan başkası değildim. Hep bir aşk arayışı, aşka tutunma çabası ile geçmişti son yirmi yılım, sık sık bulmuştum da aşkı, ne yalan söyleyeyim, iyice tutunmuştum da; gelgelelim yenilgilerimin sayısını da neredeyse unutacak aşamaya gelmiştim. Sinema için yola çıkmış, tiyatroda takılıp kalmıştım. Oyun sahnelemekten, senaryolarıma sıra gelmemişti bir türlü. Oysa neler neler vardı anlatacaklarımdan, insanları apışıp kalakaldıracak.

İki felaket evlilik geçirmiş ve son olarak “Hayatımın Kadını” diye düşündüğümle de işler sarpa sarmış, çıldırma noktasına gelmiş ve ona “Buraya kadar!” deme cesaretini en sonunda bulmuştum.  Aşklar ve yollar bitmişti. O dönemde “Aşklar biter, fotoğraflar kalır” temalı bir yarışma da düzenlemiştim, kahrımdan. Jüri üyelerimizden ünlü Alman Fotoğrafçı Beneken, finale bir hafta kala kalp yetmezliğinden ölmüş; arkasında on binlerce fotoğraf, gözü yaşlı bir hayat arkadaşı bırakmıştı. İnsanın işlerini bitiremeden ölmesini, geride fotoğrafların kalmasını ve en kötüsü kalp yetmezliğini asla kabullenemiyordum. Ancak yapılacak bir şey de yoktu. Hayatın gerçeğiydi bu. Neye yetebilirdi ki küçücük bir kalp?

Bundan sonra derin bir nefes alıp, farklı bir hayat sürmeliydim. Hep bir çıkmaz sokakta sonlansın istemiyordum öykülerimin. Bunun için tüm ağırlıklardan kurtulmalı, tüm bağlarımı koparmalıydım. Yolu çoktan yarılamıştık; şunun şurasında ne kadarcık ömrümüz vardı. İşte böyle düşünmeye başlayan insan korku nedir bilmezdi. Ne güzel şeydi, kararlı olmak ve korkuya meydan okumak.

Önce kitaplarımdan başlayarak, video, müzik, film koleksiyonlarımı birilerine bağışladım. “Bundan sonra asla koleksiyon yapmayacaksın!’’ diye kesin bir emir verdim kendime. Sonra evimdeki tüm eşyaları, kap kacağa varıncaya dek, ilk isteyene verdim.

Her neyse, biraz hafiflemiştim artık; oturduğum evin yakınında bir bahçede “Yönetim Kurulu” adını verdiğimiz gruptaki dostlarımla ateş yakmış iki tek atıyorduk. Bir Filipinli, iki Alman, bir Yunan, Bir Kürt, Bir Laz, bir Yahudi, bir İrlandalı, bir Hollandalı vardı aramızda. Atık Noel ağaçlarını biriktirmiştik bu akşam için. Ateşe dikey olarak yerleştirilen, kuru ama yeşilini yitirmemiş Noel çamları dev meşaleler gibi alev alıyor, olağanüstü güzellikte görsel bir şölen oluşturuyor, çevreye yanık reçine kokusu yayarken, bir yandan da kar serpiştiriyordu alevler üzerine. Ateş başında demlenmek ve kendini dinlemek gibisi yoktu. Hele dostlar arasındaysa insan. Bir de o dostların, en az senin kadar demlenmişse. Laf kalabalığına gömülmeyip birlikte güzelce susulabiliyor, kuru gürültüye pabuç bırakmadan sessizce suskunluğa, aşka ve ateşe tapılabiliniyorsa…

O sessizlikte aklıma gelen düşünceyle tüylerim diken diken oldu. Hemen fırlayıp eve doğru yollandım ve içi Türkan Şoray fotoğrafları, afişleri ve gazete kupürleriyle dolu tarihi bavulumu kaptığım gibi geri geldim. Hiç bekletmeden alevlerin içine özenle yerleştirdim. Cayır cayır yanmaya başladı ikinci dünya savaşından kalma bavul, neredeyse yirmi yıllık içeriği ile birlikte. Yanan afişler arasında, “Sevgi de yetmiyormuş, çok önceden karşılaşacaktık!” yazanı da vardı.

Dostlarım, daha ne olduğuna, ne yaptığıma bir anlam veremezken; koca bavul önce çıtırtılar, sonra çatırtı ve çuturtular, çok geçmeden kütürtüler çıkararak tutuşmaya başladı. “Nedir bu? Delil mi karartıyorsun?” diye gülerek sordu George; kronik sığınmacı Yunan dostum.

Son olarak bir zamanlar üzerinde çalıştığım, anca bir türlü bitiremediğim “Çingene Güzeli” tablomu da alevlere emanet ettiğimde, soran gözlere “Çok ağırlık yapıyorlardı.” dedim, “Hayatımı karartan bir o kadar da tatlandıran bir aşkla huzurunuzda vedalaşıyorum bu akşam!” Derin bir nefes aldım. İçimde yıllarca taşıdığım huzursuzluk sona ermişti bir anda.

“Haydi şerefe, o zaman!” dedi cigaralık içmekten gözleri pörtlemiş Kürt İbo.

“Bence sıkıntı yok, iyi yaptın aslında!” dedi kısık sesiyle Çerkez Memet.

Şair Hayati, “Kum torbalarını gözden çıkarmadan, yükselinmez bu hayatta!” dedi.

Diğer dostlarla kadehlerimizi tokuştururken, gülümseyerek “Eski aşklara! / Auf die alten Lieben!” dedik, birkaç dilde.

Kadehleri tokuştururken alevlerin aydınlattığı yüzlere,

“Savaşlardan sağ çıktığına pişman, asla geriye bakamayan, anılarını taşımaktan bitkin, müebbet aşka mahkûm savaş suçluları gibiyiz!” dedim, “Asla iflah olmayacak çingene çocukları olarak kalalım sonsuza dek! Verdiğimiz sözlere ihanet etmeyelim, büyümeyelim!”

Önce abartılı ve onaylayıcı kahkahalar yükseldi; iç içe geçen “Güzel şiirmiş! İyiymiş, büyümemeli, hepimiz suçluyuz!!” mırıltılarından sonra hep bir ağızdan susuldu.

“Kim bu Türkan Şoray?” dedi Hollandalı Tom. “O bir efsaneydi dostum…” diye başlayıp ballandıra ballandıra anlatmaya başladım, ama beni nasıl mahvettiğinden hiç söz etmedim. Bunu ona anlatmam neredeyse imkânsızdı. Bir anlamı da yoktu artık.

Yeniden ateşe atılan yeşil bir Noel çamıyla harlanan alevler, çok uzaklarda kalan o güzel insanların aydınlık yüzlerine birer selam gönderiyordu sanki, tümüyle bir şenlik olan ama çoktan mazide kalmış o güzel ülkenin acıklı, hüzünlü ama illa ki güleç ailesinin gururlu çocuklarına… Bir de kendince başrol oynayan ama ebedi figüranlığa mahkûm gösteri ve görüntü emekçilerine… Yeşil bir çamın gövdesine yaslanıp derin derin soluklananlara…. Güzel bir masalı ilmek ilmek ören o büyük aileye…

Cilalı İbo’ya, Turist Ömer’e, Yumurcak’a, Vesikalı Yarim’e, Köylü Güzeli’ne, Salako’ya, Arım Balım Peteğim’e ve daha nicelerine…

Alevlerin dansına daha hızla yağmaya başlayan kar taneleri de karıştı; çam, cayır cayır yanarken güneş doğmuş gibi aydınlatıyordu ortalığı.

Derken büyülü bir sessizlik çöktü zamanın, insanların, kentin ve sözlerin üzerine.

YALÇIN BAYKUL – BERLİN

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*